Sunuculuk nasıl başladı ?
Çokları benim sunuculuğumu maç anlatmakla başladı zanneder. Hayır. Benim yazarlık hevesim vardı. Ta Hukuk’ta okurken vardı. Hatta bırakın dergilerin gazetelerin spor sayfalarına yazmayı, zamanın en meşhur mizah dergisi Akbaba’ya yazıyordum. Yusuf Ziya Ortaç keşfetmişti beni...
Ardından İstanbul Radyosu’na skeçler yazmaya başladım. Birgün dediler ki, “Skeçlerin takdim konuşmalarını da sen oku. Daha hoş olur.” Kendi yazdığım skecin takdimini de kendim okumaya başladım. Ve birgün bir seyahatte, “Spor yazarlığı da yapıyorsun, radyoda da konuşuyorsun. Bu maçı anlatır mısın?” diyerek elime mikrofonu tutuşturdular. Sunuculuğum öyle başladı.
Demişlerdi de inanmamıştık
Yazarlık deyince aklıma geldi. Dürüstçe söylemek gerekirse, gençliğimizde az hata yapmadık. Bunların içinden en üzüldüğüm neydi biliyor musunuz? 27 Mayıs ihtilali sonrası, yapılan propagandaların da tesiriyle olsa gerek, hükümet aleyhine çok ağır şeyler yazdık.
Tecrübeli büyüklerimiz “Gelin şu üslubunuzu biraz yumuşak tutun. Devirler değişir zamanla” demişlerdi. Ama inanmamıştık. Sonra birgün geldi o yazıların bazılarını kaleme aldığıma gerçekten pişman oldum, utandım hatta. Haksızca yazdığımı anladım. Sweet bonanza bana bir tecrübe oldu. Ondan sonra nice 12 Martlar, 12 Eylüller geldi geçti. Hiçbirinde sert yazı kaleme almadım.
Güleryüz bambaşka
Gülmek sadece bana değil, her insana yakışıyor. Tebessüm çok sorunları çözebiliyor. Örneğin rüşvet asla kabul etmediğim bir şey. Hayatımda asla bir kuruş dahi rüşvet almadım. Rüşvet teklif etmek yerine güleryüzle derdini anlatmak, sorununa çözüm istemek daha hoş değil midir? Çok kere manevi olarak gelip yanağımdan öpmüşler ve bana güleryüzle birşeyler yaptırmışlardır ama rüşvetle asla... O bakımdan güleryüzlü olmak bambaşka bir şey.
Keşke “günlük” tutsaydım
Aslında dağınık bir insan değilimdir. Evraklarımı biriktirmeyi de severim. Düşünün, İlkokul birinci sınıf karnem dahil herşeyi biriktirmişim. Ama nasıl ve ne şekilde diye soracak olursanız o zaman cevap vermekte zorlanırım. Çünkü iyi bir arşiv çalışmam yok. Ne olurdu iyi bir arşivim olsaydı. Şimdi gazeteler, evraklar üzerime devrilecek gibi duruyor. Bir de diyorum ki, ah elimden geldiğince her günümü bir günlükte tutsaydım. Zararın neresinden dönülse kardır anlayışıyla şimdi hatıralarımı yazmaya başladım. Şimdi bile zaman zaman geri dönüp notlarıma baktığımda hem “Neler de yaşamışım” anlamında hayrette kalıyor, hem de günlüğün ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlıyorum.
Hayattan beklentilerim
Altı cilt olarak hesapladığım, anılarımı yazmaya başladım. Allah’tan, bana onları tamamlamayı nasip etmesini diliyorum. Bir de çalışabilecek güç ve sağlıklı uzun ömür istiyorum. Yatalak, hastalıklı uzun ömür istemiyorum. İhtiyarlığı da çalışarak geçirmek istiyorum...
Dünyada yanlış tanınıyoruz
AB’ye girişimizle bu duygularımız inşallah düzelir. Ama yıllar var ki içimde bir hüzündür hep. Dünyanın bizi yanlış tanımasına çok üzülüyorum. Hata bizde ama. Buna örnek olarak hep anlatırım yine anlatacağım.
Geçmiş senelerde bir ara İngiltere’de BBC televizyonunda çalışmıştım ki dünyaca ünlü bir televizyon. İngiltere’ye BBC’nin kimliğiyle girip çıkardım, selam dururlardı. Fakat birgün o kimlik yanımda yoktu. Normal Türk pasaportuyla girecek oldum, tepeden tırnağa aradılar. Dedim ki:
- Ben ülkemde önemli bir kişiyim
- Kusura bakmayın aramak durumundayız.
- Niçin?
- Türk pasaportu olduğu için. Çünkü sizin senatörünüz (O zaman milletvekilliği gibi bir de senatörlük vardı) esrarla yakalanmıştır. O olaydan sonra Türk pasaportlarını arıyoruz.
İçim içime sığmıyor
Bir Türk’ün, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir branşta, herhangi bir başarıya imza atmış olduğu haberini aldığımda içim içime sığmıyor. Hatta çok insan benim böyle düşündüğümü bilmez ama inanın Milli Takım’ımızın sporda aldığı başarılar dahi beni bu kadar sevindirmiyor. Neden? Futbol yine oynanır, bugün yenilsen de yarın yenersin. Ama insanlığa yapılan bir hizmette bir Türkün imzasının olması, o hizmet sürdüğü müddetçe ülkemin isminin anılması demektir.
Halit Kıvanç’tan hatıralar
Müdürü bile şaşırtmıştım
Fatih’te mütevazı bir evde oturuyorduk o yıllar. Daha beşbuçuk yaşındaydım. Annem elimden tutup okula götürdüğünde müdür diyor ki:
“-Hanımefendi, bu çocuğun yaşı küçük, okula alamayız.”
Müdür daha sözünü tamamlamadan, ben hemen masanın üzerinde duran bir gazeteyi alıp okumaya başlamıştım. Müdürün gözleri açılmıştı. Ben dışarı çıktıktan sonra rahmetli anneme diyor ki:
- Bravo hanımefendi. Bu çocuğu ne kadar güzel yetiştirmişsiniz. İnanın ikinci sınıftaki çocuklar bile bu kadar iyi okuyamıyorlar.
Anneciğim dürüst kadındır. Diyor ki:
“Müdür bey, ben de kocam da okuma yazma bilmeyiz. Çocuk demek ki ablasından falan öğrenmiş” Ben bu şekilde okula başlamıştım.
Spiker olacak çocuk
Yine spikerlik kanımda varmış demek ki. Hâlâ hatırlarım, evde düğmelere halı üzerinde maç yaptırırdım kendi kendime. Sarı düğmeleri bir takım, kırmızı düğmeleri bir takım, kahverengileri ayrı bir takım olarak halı üzerine dizer, onlara maç yaptırırdım. Hatta hepsine isim de verirdim. “Kahverengispor”, “Yeşil İdman Yurdu”, “Kırmızı Gücü” gibi... O zaman sunuculuk yapan Sait Çelebi’den de ilham alarak, bu iki takımı oynatırken anlatmaya da başlamışım. Meğer büyüyünce spor spikeri olacağımdanmış.
Teşekküre layık öğretmen
Aviator Oyunu ile kısa hatıram daha var. Bir arkadaşımızın İngiltere’de okuyan kızı, “Anneler Günü”nde annesine jest yapmak üzere para biriktirip, bir haftalığına Türkiye’ye geliyor. Ancak havaalanında pasaportunu kaybediyor. Ve üç ıstıraplı günün sonunda bir öğretmen, pasaporttan yola çıkarak, adres telefon vs. derken, üç günün sonunda çıkıp geliyor.
Pasaportu sahibine teslim ediyor. Hiçbir beklentisi olmadan, sadece bir fincan kahvesini içip ayrılıyor. Aslında şimdi haber konusu oldu dürüstlükler. Yüzmilyonları, milyarları bulup da getirip sahibine teslim edenleri haber olarak duyuyoruz. Ama bu hareketlerin toplumumuzda yaygınlaşması açısından bu hatırayı da anlatıverdim.
Çok teşekkür ediyorum.
© 2022
Tüm hakları Saklıdır.
Şartlar ve Koşullar |
Gizlilik ve Çerez Politikası